... Halil Tanrıkulu, II. Dünya Savaşı’na rastlayan çocukluk ve ilk gençlik yıllarını, 38 yıl gibi uzun bir süreyi kapsayan çalışma hayatını şiirsel bir dille, zaman zaman hüzünlenerek ama hep o inanılmaz iyimserliğinin süzgecinden geçirerek anlattı. Güzel sanatları seven ve sanatla ilgilenen insanların duyarlığıyla bir çok olayı; sözcüklerle örgülü çizgilerden oluşmuş bir tablo gibi bize aktardı. 1924 yılında Gürün’de doğdum. Yaşantımın ilk yılları bu küçük kasabada geçti. Babam Okuma-Yazma Seferberliği’ne ilk katılanlardandı. Okul öncesi okuma yazmayı ondan öğrendim. İyi öğrenimin; hesap (matematik) çalışmak, tarih okumakla gerçekleşeceğini tekrarlar, geceleri usanmadan, yorulmadan bana eski yazı kitaplarından masallar destanlar okur, minyatüre benzer resimler çiziştirirdi. Okur yazar olmamı tahsil yapmamı istiyordu. Bu istek ona çok eziyet çektirdi. Varını, yoğunu, ömrünü bana verdi. Mutlu çocukluk yıllarım Cumhuriyet İlkokulu ile birlikte doğduğum ilçede sona erdi. Bizim kuşağın orta ve yüksek okul çağları İkinci Dünya Savaşı’nın başlangış ve bitiş yıllarına rastlar. Yokluk ve kıtlık yıllarıdır. Orta ve Liseler yurdun belli birkaç ilinde mevcuttu. O tarihlerde eğitimini sürdürenler öteki çocuklara örnek tutulur, kasabanın medar-i iftiharı olurlardı. İşte böylesine güzel bir yazgı ile biraz yatılı biraz yatısız Sivas Lisesine 1943 yılında güçlüklerle bitirdim. Orta ve Lise’yi okuduğum bina Sivas Kongresinin yapıldığı binadır. Tarihi önemi ve yeri dışında Lise olarak da ünlüydü. Dünya Savaşı her türlü tüketimi kısıtlamıştı. Kahvaltılarda şeker yerine çayımızı kuru üzümle içiyorduk, ama hocalar yönünden şanslı idik. Yabancı dil ve resim hocamız ünlü ressam Eşref Üren, Müzik Hocamız ise Halk Müziği derlemelerine önayak olan Muzaffer Sarısözen’ di. Anılara sıra gelince, ayrım yapmak zor. İnsan yaşlandıça daha da canlılık kazanıyor anılar. En iyisi hocalardan söz etmek. Cılız, sessiz, çalışkan bir öğrenci idim. Kasabadan gelmiştim. Giyimli kuşamlı, Türkçe’yi güzel konuşan, büyük şehirlerde yetişmiş öğrencilerle aynı sıraları paylaşıyorduk. Benden ileri saydığım arkadaşlara ulaşabilmek için çalışıyordum. Kaldı ki çalışmaktan başka yapılacak birşey de yoktu. Birgün Kimya Hocamız Celal bey beni hazırlıksız yakladı. Yazılıda boş kağıt verdim. Sınav sonuçları açıklanırken utancımdan bunaldığımı, kanter içinde kaldığımı hatırlıyorum. Hoca ismimi okudu “on” dedi. Boş kağıdımı tam numara ile değerlendirmişti. Kimya dersinde öğrendiklerimi hepsini unuttum. Ama hocamın verdiği bu “hoşgörü ve yüreklendirme” dersini asla. O günden sonra Celal Hoca’nın derslerine hazırlanmadan hiçbir kitaba el sürmedim. Ortaokul’dan sonra kısa yoldan ekmek parasına kavuşmak için bir meslek okuluna yazılmam gerekirken liseye kaydolmuştum. Yüksek tahsil benim için ulaşılmaz bir hayaldi. Bereket versin hemen her fakültenin parasız yatılı bölümleri vardı. Hatta bazıları lise bitirme derecesine göre sınavsız, parasız yatılı öğrenci alırdı. İstanbul Tıp Fakültesi bunlardan biriydi. Hekim olmak istiyordum. Lise bitirme diplomalarım da (Olgunluk ve Bitirme Diplomaları) amaca uygundu. Ne var ki hangi fakülteler var, bunların başvuru tarihleri nedir, nereden öğrenilir, bilmiyordum. İlçe esnafının dükkanları için sac üzerine yağlı boya ile yazdığım levhalardan oluşacak harçlığımı tahsil edip Ankara’ya ulaştığım zaman, hekimlik rüyam suya düşmüştü. Kala kala Siyasal Bilgiler Okulu ve Ziraat Fakültesi’nin parasız Yatılı sınavlarına kayıt imkanı kalmıştı. Ziraat Fakültesini pek gözüm tutmadı. Zaten tozun toprağın içinden gelmiştik Siyasal Bilgiler Okulu’nun 1943-1944 ders yılı için yatılı sınavlarına katıldım. Kazanmışım. Siyasal Bilgiler Okulu’nda yatılı hayatı sahiden seviyeliydi. Baş hademe beni önce müdüre çıkardı. Müdür sınavı kazananları iltifatlarla karşılıyordu. Daha sonra bana pırıl pırıl yemekhaneyi, yatakhaneyi, spor salonunu gösterdi. Lise yıllarımın sıkıntıları gerilerde kalmıştı. Demek artık böyle tertemiz, bembeyaz çarşaflarda yatacaktım. Bu yeni tanıştığım konforun bir düş olmasından korkuyordum. O gece; sabahı, mis gibi kokan yorganıma sımsıkı sarılı, uykusuz karşıladım. Mülkiye’de disiplinli bir yatılı hayatımız vardı. Bir üst sınıftakilere ağabey der, selam dururduk. Şimdi de öyle. Topu topu 400 kişi kadardık. Kapılar her akşam saat 19’da kapanır, doğru çalışma odalarına çıkardık. Mütalaa salonlarında masalara yerleşirdik. Hele yıl sonlarında sınav günlerinde bu kapanmışlık dayanılır gibi değildi. O yıllarda uzun etek ve sarı renk moda idi. Gözlerimiz ders notlarının okunaksız cümlelerine, aklımız baharın süslediği genç kızların (sigara içmezlerdi) giysilerine takılır kalırdı. Salı ve Cumartesi günleri kapılar saat 24’e kadar açıktı. Grup, grup tiyatroya ya da sinemaya giderdik. İzlediğimiz filmleri, oyunları, okuduğumuz romanları aramızda uzun uzun tartışmaktan zevk alırdık. Waterloo Köprüsü, Kamelyalı Kadın, Unutulan Yıllar o günlerde izlediğim ve etkilendiğim filmlerdi. Bir de Kızılay’da akşamları bir kemancıyla bir piyanistin hafif müzik parçaları seslendirdiği “Mutlu Pastanesi” adında bir yer vardı. Orada üç beş arkadaş bir köşede oturur, birer kahve içer, düşler kurardık. Sonra tekrar ders notlarına ve sınavlara dönerdik. Ticaret Hukuku’na rahmetli Profesör Kemal Arar gelirdi. Sınavları bir başka olurdu. Sabahın saat 6’sında bütün sınıf mevcudu sınav salonunda hazır bulunurdu. Göz kapakları şiş, uyku mahmuru gelir, kürsüye yerleşirdi. Özel cezvede, en beceriklimiz tarafından sade kahvesi hazırlanır ve sunulurdu. Bu kaşınılmaz gelenekti. Ortaya bir soru atar, dilediği kimseden cevap isterdi. Anlaşılması imkansız Arapça ve Farsça deyimlerle dolu “Ticaret Hukuku Ders Notları” nı kavramakta güçlük çekerdik. Bir sınavda arkadaşlardan birisi sorusuna doğru cevap veremedi, sinirlendi. Elini masaya vurdu “Bir bok bildiğin yok çık dışarı” diye azarladı. Arkadaşımız hemen “Sizin ders notlarından da bir bok anlaşılmıyor” cevabını yapıştırdı ve tam not alarak sınav odasından çıktı. Çok saydığımız hocamız da hepimizden tam not almıştı. Mülkiye Çayları okulun kuruluş yıldönümlerinde, yıl sonlarında kısaca belirli günlerde tertiplenen danslı eğlentilerdi. Kuru pasta, limonata eğer bulunursa “Bol” denilen bir kokteyl alınırdı. Çay hazırlıkları günlerce sürerdi. Bizim dönemlerde okulda kız öğrenci yoktu. Dansları erkek öğrenciler; kendi aralarında, birlikte, kendi kendilerine öğrenirlerdi. Taş plaklarda “Komparsita” çalar; iyi dans edenler alkışlanırdı. Çaylar fakülteler arası yakınlaşmaları sağlar, erkek öğrencilerle kız öğrenciler arasında bir kaç saat olsun bilgi alışverişi yapılmasına imkan hazırladı. Okul bitişleri “İnek Bayramı” ile kutlanırdı. İnek; çok çalışkanların, kafasını ders notları arasında yitirenlerin simgesiydi. İneği süsler, Mülkiye Marşını söyleyerek bütün Cebeci’yi dolaştırırdık. Bu bir deşerj olma idi. Kitabın, defterin, sınavın, tasanın, sıkıntının sonu idi, aklımızca. Halbuki bu tören ömrün en tatlı, en canlı, en heyecanlı dönemine, gençliğimize elveda demekti aslında. Mali şube’den mezun oldum. Elbette Maliye Bakanlığı’nda görev alacaktım. İki yıl stajdan sonra Ankara Defterdarlığı Kızılbey Vergi Dairesi Muhasebe Servisi’nde Vergi memuru olarak işe başladım. İki Masanın birleştiği yere bir sandalye iliştirdiler. Oturdum. Masaların yüksekliği farklıydı. Sağ kolumu yüksek masaya koyarak çalışmak zorundaydım. Deftardar Bey tesadüfen durumu gördü. Bana müstakil bir masa buldu ve aylığıma da asıl aylığımın üçte biri kadar bir vekalet maaşı ekledi. Vekalet maaşı Defterdarlık’ta kaldığım sürece kesilmedi. Daha sonra Ticaret Bakanlığı’nda Vergi Temyiz Komisyonu’nda çeşitli görevler bulundum. Boş zamanlarımı değerlendirdiğimi hiç sanmıyorum. Zaman almış başını gidiyor. Briç oynuyorum, televizyon seyrediyorum, evde ufak tefek tamir işleriyle uğraşmaktan hoşlanıyorum.Eşimle ya da çocuklarla vitrin seyrettiğimiz de oluyor. Onların beğenileri ile benimkiler arasındaki perdeyi; gücüm yettiğince saydamlaştırmaya gayret ediyorum. Renkler ve biçimlerle oynamaktan, kısacası acemice resimler yapmaktan sonsuz mutluluk duyuyorum. Resim sergilerini geziyor, tiyatroya gidiyorum. Güzel bir resim, iyi bir oyun; günlük hayatın sıkıntılarına aydınlık ve ferah bir pencere gibi açılıyor. Ara sıra futbol ve basketbol maçlarını da izliyorum. Beşiktaş galip gelirse sevinçten uçuyorum.... Artık boş zamanımın daha fazla olacağı günlerin uzak olmadığını umarak seviniyorum.... 1963 yılından sonra Devlet İstatistik Enstitüsünde çalıştım. Enstitü’de ilkin Maliye İstatistikleri Şubesi Müdürü olarak görev yaptım. 1969 yılında İdari İşler Dairesi Başkanlığı’na atandım. Sonra Personel Dairesi Başkanı olarak görev yaptım. Görüyorsunuz biraz fazla yer değiştirdim. Yer değiştirmelerin kazançları da kayıpları da var. Kazançlarımın ağır bastığını sanıyorum. Bu sayede her yaşta pek değerli insanlar tanıdım. Güzel yurdun her köşesini görme fırsatı buldum. Hatta bir yılı aşkın bir süre Paris’te kalmak fırsatını elde ettim. Yine de gençlere eğitim gördükleri konularla ilgili yerlerede hizmet vermeyi seçmelerini öğütlemekten yanayım. Enstitü’de işe başladığım 1963 yılının son aylarında yoğun çalışmalar yapılıyordu. Genel Sanayi ve İşyerleri Sayımı, Genel Nüfus Sayımı ve benim de sorumluluk yüklendiğim Personel Sayımı’nın hazırlık çalışmaları sürdürülüyordu. Hemen her gece 115 numaralı salondaki büyük masanın etrefında zamanın Enstitü Başkanı, yardımcıları, Daire Başkanları, uzmanlar bazı Şube müdürleri toplanıyor, tartışmalar saatlerce sürüyor. “ Hanehalkı”, “İşyeri”, “Bina”, “Asli maaş”, “ D cetveli”, “E cetveli” tabirleri üzerinde duruluyor, tarifleri yapılıyordu. Ben konuların yabancısı masanın bir yanında sessizce konuşmaları dinliyordum. Toplantılarda; fazla söz almayan, tartışmaları dinlemez gözüken ve zaman zaman uyuklayan yaşlı bir beyefendi mutlaka hazır bulunuyordu. Uzmanlar yeni metotlardan, tarifler konusundaki tavsiyelerden söz ediyor, herkes kendince tarifler yapmaya uğraşıyordu. Hiçbiri aranan kavramı erişemiyordu. Yorgunluğun çöktüğü ve saatlerin ilerlediği bir anda yaşlı Beyefendi uykusunu bölüyor: “Gardaşım şöyle desek olmaz mı?” diye söze başlıyor, süssüz ve gösterişsiz kelimelerle aranan kusursuz tarifi ortaya koyuveriyordu. Bu Beyefendi istatistiğe gönül vermiş rahmetli “Ratıp Yüceuluğ” du. Mütevazi ve uygar bir insandı. Engin tecrübeleri vardı. Sonraları kendilerini yakından tanıdım. Emrinde görev aldım. Yetkilerini emrindekilerine devrederek onları teşvik eder, yetişmelerine, kendilerini göstermelerine imkan hazırladı. İmzalayarak bana armağan ettiği “demografi” isimli eserini zevkle saklıyorum. Elbette anket anıları da var. 1965 yılında Doğu illerimizden birinde Vali Beyin emri ile bir otelde adıma tek yataklı bir oda ayrılmıştı. Yatağı görmek istedim. Yorganı kaldırdım. Yatılacak gibi değildi. Sahiden kirliydi. Hizmetliye çarşafların değiştirilmesini rica ettiğimde; adam yüzüme bakmadan: “Daha değişeli bir ay bile olmadı beyim” diye nerdeyse beni azarlayacak oldu. İki ağır hastalık, bir ameliyat geçirdim. Ölesiye sevdiğim sigarayı bıraktım. Görüyorsunuz yine de kısa sayılmayan bu ömür: Deseni, acılar-tatlılar, güzellikler-çirkinlikler, mutluluklar-mutsuzluklardan dokunmuş bir kilim gibi. Zaman acıları, çirkinlikleri, mutsuzlukları bir kalemde silip atıyor. Geriye kalan her şey pırıl pırıl ve dün gibi. Hiç de avuntusuz değil. Sonrası.... Emekli olana kadar pastel kalem resimler ağaç oymalar. Emekli olduktan sonra ,1988 yılında Atatürk Kültür Merkezi’nde çeşitli kursların olduğunu duydum. Gittim ve ilk olarak heykel kursuna yazıldım. Yan atölyede, seramik atölyesini gördüm. Heykel çalışırsam seramik yapamayacağımı hissettim, seramik hocasına müracaat ettim. Hoca kurs kadrosunun dolduğunu, 15 gün sonra gelirsem belki alabileceğini söyledi. Bende o zaman kendisine; “ben yaşlıyım belkide o zamana ölürüm” deyiverdim. Öyle deyince hoşuna gitti ve, “hemen başla” dedi. Kursa başladım. İlk yaptığım seramik bir kültablasıydı. Hocanın dikkatini çekti ve benim ile meşgul olmaya başladı. Kendisinden öğrendiğim en önemli şey, “birşey yapmadan evvel, bir proje yapmanın gerektiği” oldu. Yapacağım her çamur öncesi yirmi defa, otuz defa krokisini çizdim, kafamda tasarladım. Halil Tanrıkulu, 1989, Ankara |